1 Mart 2020 Pazar

Küre Bir Dünya da Kıble Sorun Olur mu? (HAYIR)


Geçenlerde "Komplo Petra" isimli sayfamın yorum bölümünde,  aşağıdaki cümleleri içeren bir eleştiri almış oldum: (sadece bu yazının konusunu ilgilendiren kısmını olduğu gibi alıntılıyorum.)

".....Bakın kuranda yuzünuzu mescidi harama donun diyor.yuvarlak dunyada bir insan nasil yuzunu kabeye donebilir.Amerikada yaşayan biri neye göre yüzunü kabeye dönecek?
Yani her bir şeye bir cevap veriyorsunuzda bu kıble denen olayin başli başina celiskili sacma olduğuna mantikli bir cevabiniz yok.Çünķü yuvarlak dünyada kible diye bir dogrusal mesafe olamaz, uzay boşluğuna bakmış olursun.tabi muhammed zamaninda dünyanin düz olduğu düsünülurse bu kible olayi mantikli ama bu zamanda değil....."

Muhtemelen sizlerde aşağıdaki görsele veya benzerlerine  internette denk gelmişsinizdir.  Yukarıdaki eleştiriyi  gayet güzel özetliyor.

Cevap:

Öncelikle ilgili ayetin kelimelerine dikkatle bakmamız gerekecek.



Bakara 149. ayet ve meali:


Bu  ayette : " ... فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ...." "Vemin hayśu ḣaracte fevelli vecheke ŞETRA-LMESCİDİ-LHARAM(i)..." ifadesi geçiyor. İfadeyi daha iyi incelemek için bknz: http://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=149


Dikkat ediniz ki "yüzünü Mescidi harama' a çevir" demiyor, "şatra-l Mescidi-l Haram" a çevirmek emrediliyor. Yani Mescid-i Haram tarafına/yönüne yüzünü(?) çevir deniyor. ( Vecheke ifadesinin çevirisi aşağıda ayrıca incelenecektir.) Ayette "her nereden yola çıkarsan" olarak çevrilen kısımdan anlaşılacağı üzere uzakta da olsan yüzünü(?) Mescid-i Haram tarafına/yönüne çevir diye emredilmiş oluyor. Yani imkansız olan emredilmemiştir. Şöyle düşünün, eğer Yeryüzü dümdüz  kabul edilse bile  uzaktaki  bir Müslüman için Mescid-i haram-ı tutturmak yine de imkansıza yakın olacaktır. Halbuki ayette bir yön(Mescid-i haram yönü) emredilmiş oluyor. Aşağıda sunulan  hadislerin bu yorumu güçlü şekilde desteklediklerini düşünüyorum. Eğer hadis örnekleri sunmayacak olursak, bazıları, ayeti işimize geldiği şekilde yorumladığımızı iddia edebilir. 

Bazı Hadislerde Kıble:

Kıble hakkında araştırma yapmış olan Müslüman akademisyenlerin hazırlamış olduğu ingilizce bir makaleden hadis örnekleri sunacağım. Hadisleri ve alimlerin hadisler hakkındaki içtihatlarını aktardıktan sonra yukarıdaki ayete bakış açımızın bu hadislerle uyumunu açıklamaya çalışacağım. 
 Kaynak: https://www.islamic-awareness.org/history/islam/dome_of_the_rock/qibla




İmam Malik'in (vefat: 795),  Muvatta isimli hadis kitabında yazdığına  göre:  Nafi' nin Ömer ibn al-Hattab'dan rivayet ettiğine göre: "Doğu ile Batı arasındaki herhangi bir yer", birisi Beyt'e (Ka'be'ye) doğru ilerlediği sürece kıble olarak alınır ".

Prof. David A. King'in de ifade ettiği üzere, İslam dünyasında rastlanan öyle camiler vardır ki, kıbleyi Mescid'i Haram'a  giden yol olarak düşünmüş o camileri inşa edenler. Yukarıda ki rivayet Kıblenin Ka'be'ye varış yolu ile alakalı olduğunu düşündürmektedir.  bknz: https://antikyalanlar.blogspot.com/p/petra-iddiasna-cevap.html

Birden fazla kaynakta tekrar eden benzer bir hadis  rivayeti ise şöyledir:


"[Anywhere] between the East and the West is a qibla"
"Doğu ile batı arası kıbledir. "
El Munteka isimli eserde Muvatta'daki hadis için şu yorumlar aktarılmıştır:
"Aḥmad ibn Ḥanbal said: "This applies to all countries except in Makkah at the House [i.e., the Sacred Mosque] where whoever shifts from it has missed the qibla."


Ahmed bin hanbel dedi ki: "Bu (söz), içerisinde Beyt bulunan Mekke haricindeki bütün memleketler için geçerlidir. ondan her kim saparsa , kıble'yi kaçırmıştır."


"Ahmad ibn Khalid said: "This hadith applies to the inhabitants of Madinah and whoever is like them whose qibla is between East and West", narrated by Muhammad ibn Maslamah from Malik."
Ahmed ibn Halid şöyle dedi: "Bu hadis Medine sakinleri için geçerlidir ve her kim onlar gibi ise onun kıblesi Doğu ve Batı arasındadır", Muhammed ibn Maslamah Malik tarafından anlatılmıştır.


Ahmad ibn Khalid said: "As for those who are located to the East of Makkah or to the West, their qibla is between South and North and they have room in that [i.e., flexibility in the determination of the direction] as much as the inhabitants of Madinah and others have." 
Ahmed ibn Halid şöyle dedi: "Mekke'nin doğusuna ya da Batı'ya 
yerleşenler için, onların kıblesi Güney ile Kuzey arasındadır ve [Kıblenin
 belirlenmesindeki esneklik açısından] Medine yerlilerinin ve 
diğerlerinin sahip olduğu kadar yer vardır."

Görüleceği üzere hadis rivayetleri ve onlardan türetilen içtihatlar arasında farklılıklar olmakla birlikte genel görüntü kolaylaştırma yönündedir. İlk nesil Müslümanlar nokta atışı Ka'be'ye yönelmenin zaten mümkün olmadığı o zamanlarda, esneklik sağlayan içtihatlarla hareket etmişler.  Adresini vermiş olduğum makalede  daha fazlası aktarılıyor ve detaylı araştırmak isteyenlerin oraya bakacağını umuyorum. Son olarak konu hakkında, Türkçe'ye çevrilmiş bir kaynaktan alıntı yapacağım. Kütub-u Sitte içinde yer alan Sünen-i Tirmizi'nin çevirisinde  şöyle yazıyor:
Meşrik(doğu) ile Mağrib(batı) arası kıbledir.” hadisi peygamber (s.a.v) in ashabından müteaddit kişilerden rivayet edilmiştir. Ömer bin El-Hattab, Ali bin Ebî Talib ve ibn-ü Abbas bunlar arasındadır.
İbn-ü Ömer diyor ki : Mağribi sağına ve meşriki soluna alır da kıbleye karşı dönerse ikisinin arası kıbledir. 
kaynak:Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Yunus Emre Yayınları cilt 1 sayfa 245

Dikkat edilirse İbn-ü Ömer'in yorumu güneye yönelmeyi gerektirmektedir. Bazı alimlerin konu hakkındaki görüşlerine bakıldığında kıble hakkındaki hadisleri Medine ve benzer durumdaki yerler için düşünmenin uygun olacağına kanaat getirmişlerdir.  Gerçekten Allah resulünün, bu sözleri Medine'de iken söylemiş olması akla yatkındır çünkü Mekke, Medine'nin  hemen güneyindedir.  Ancak alimlerin farklı içtihatlar geliştirdikleri bir gerçektir. Prof. King'inde makalesinde belirttiği üzere  Endülüs'ten  Orta Asya'ya  uzanan geniş bir alanda doğrudan güneye bakacak şekilde inşa edilmiş camiler olması güney içtihadının  da islam dünyası genelinde uygulayıcıları olmuş olduğunu gösteriyor. Tüm bu yorum farklarına rağmen Kâbe'yi gözüyle görecek kadar  yakın olan kişinin doğrudan Ka'be'ye yönlemesi gerektiği hususunda hiç bir görüş ayrılığı yoktur.


Hadislerin Konu ile İlişkisi


 "Doğu ile batı arası kıbledir."  Yani kocaman bir yönden bahsidiyor bu hadis. 

Diğer bir hadis rivayetinde ise: "Doğu ile Batı arasındaki herhangi bir yer", birisi Beyt'e (Ka'be'ye) doğru ilerlediği sürece kıble olarak alınır ". deniyordu. Hz. Peygamberin sağlığında Arap kabilelerinin kervanlarının Suriye ile Yemen arasında gidip geldikleri düşünülürse niye böyle bir tarif sunulduğu anlaşılabilir diye düşünüyorum. Yukarıda adı verilen âlim(Ahmed ibn Halid), Kabe'nin doğusuna yada batısına düşen topraklarda yaşayan Müslümanlar içinde kıblenin kuzey ile güney arasında olduğu yorumunu yapmıştı. Yani ayet ve hadisler ve İslam alimlerinin anlayışlarına bakıldığında (uzaktakiler için) kıbleyi  bir nokta değil bir yön, yani geniş bir yelpaze şeklinde düşünebiliyoruz. 
 Peki tüm bunların mesele ile ilgisi nedir?  
Sayın okuyucu ben  size Kars ilimiz Rusya tarafındadır deseydim, "uzaydaki küre Dünya'da yön kavramı yoktur" gibi bir cevap verirmiydiniz?  Sanmıyorum. İngilizler zamanında bizim yaşadığımız bu coğrafyaya Orta Doğu ve Japonların olduğu tarafa da Uzak Doğu derlerken Dünya'nın düz olduğunu mu düşünüyorlardı? Şimdi ben Kabe'ye gitmek istesem kullanacağım en kısa yol; ister yayan olsun, ister arabayla, ister uçakla olsun hep aynı yönü kullanmayı gerektirir. Öyleyse ben Kabe'den uzakta yaşamama rağmen benim için bir Kabe yönü vardır.

 Peki secdemiz Ka'be'ye denk gelmeyince ne olacak?
Dünya dümdüz kabul edildiğinde bile Ka'be'ye denk gelmek imkansıza yakındır. Diğer taraftan arada dağlar olduğunu pek hala Peygamberin kendisi ve ashabı da biliyordu. Bunu bilerek ve Kıbleyi geniş bir yelpaze olarak düşünmek suretiyle namazlarını kılıyorlardı. Başka bir husus Hz. Peygamberin Kabe içinde namaz kılmış olduğu nakledilmektedir. Kabe içinde kılan kişinin istediği tarafa dönebileceği anlatılır. Kabe içinde namaz kılan kişinin Kabe önünde eğilme(rüku) ve secde hareketi yapmış olmayacağı açıktır. Mesele Kabe'nin  binasına secde etmek değildir. Kabe'yi Müslümanların putu sanan bazıları  bunu anlamıyacaktır. Kaynaklar Hz. Bilal'in namaz vakti geldiğinde Kabe binası üzerine çıkarak ezan okuduğunu yazar. Ayetlerde Beyt(ev) tabiri kullanılır. Ka'be,  Allah'a ibadetin evidir. İçerisinde ibadet yapmayan kişi yine bu mabede doğru döner. Uzaktaysa eğer, Allah imkansızı emretmez fakat Kabe'nin tarafına/olduğu yöne doğru namazın kılınmasını emreder.  Tekrar söyleyelim Küre bir dünya üzerinde yaşayan canlılar içinde kesin olarak varış yönleri söz konusudur. Bunun hikmeti nedir? sadece tahminlerimi söyleyebilirm. İşlevsel olarak tüm yeryüzü genelinde, her gün, Müslümanları zihnen ve kalben, varış yönü belli bir noktaya  bağlayıp, birliği sağlamaktadır. Hikmetini en iyi bilen Yüce Allah'tır.

Gelin bu açıklamayı desteklediğini düşündüğüm bir ayete bakalım:
Bakara suresinin 177. ayetinin meali ve  tefsiri (Diyanet): https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/184/177-ayet-tefsiri
﴾177﴿
 Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz erdemlilik değildir. Asıl erdemli kişi Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan; namazı kılıp zekâtı verendir. Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar; darlıkta, hastalıkta ve savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takvâ sahipleri bunlardır.

“Birr, ahlâk güzelliğidir” hadisindeki (Müslim, “Birr”, 14, 15; Tirmizî, “Zühd”, 52) kullanımı da dikkate alarak “erdemlilik” diye tercüme ettiğimiz birr (el-birru) kelimesi, bu âyetteki kullanımından da anlaşılacağı üzere, Kur’ân-ı Kerîm’in en kapsamlı kavramlarından biridir. Nitekim bu kelimenin geçtiği âyetler bütün olarak değerlendirildiğinde bunun Kur’an’da, iman ve ibadetten başlamak üzere her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi mânalarda kullanıldığı görülür. Burada “birr” kelimesinin kapsamına giren; imana, ibadete, sosyal ahlâka ve bireysel ahlâka ilişkin olmak üzere dört bölümde sıralandığı görülen meziyetler de “birr” kelimesinin kapsadığı erdemlerin en önemlileri olup âyette kavramın muhtevası bunlarla sınırlanmamış, sadece örnekleme yoluna gidilmiştir. Nitekim Fahreddin er-Râzî de âyeti tefsir ederken birr kelimesini, “bütün saygı ifade eden davranışları, itaatleri ve insanı Allah’a yaklaştıran hayırlı işleri içine alan bir kelime” şeklinde değerlendirmiştir (V, 37). 

 144-150. âyetler açıklanırken işaret edildiği üzere, kıble değişikliği gerçekleştirildiğinde İslâm karşıtı gruplar bu olayı bir fitne ve karışıklık vesilesi olarak değerlendirmeye kalkışmışlardı. Konumuz olan âyette İslâmiyet açısından asıl iyiliğin ve Allah’a saygının ibadet esnasında sırf şeklî olarak yüzünü doğuya veya batıya çevirmek olmadığı ifade edilmekte; böylece içinde iman, ibadet ve ahlâk erdemlerinin yer almadığı bir biçimselliğin din açısından temelde bir önem taşımadığı tesbit edilerek, bir yandan kıble konusundaki tartışmaya son nokta konulmakta, bir yandan da özden yoksun bir biçimsellikle dindarlığa ulaşılamayacağı şeklindeki çok önemli bir ilkeye vurgu yapılmaktadır. 

Söz konusu âyetin devamında gerçekten dürüst (sâdık) insanların ve takvâ sahibi sayılması gerekenlerin, zikredilen hasletleri kazanmış kimseler olduğu ifade edilmiştir. Burada birr kelimesiyle sıdk (doğruluk-dürüstlük) ve takvâ kelimeleri arasında, neredeyse eşanlamlı kabul edilebilecek kadar yakın bir ilişki kurulması Kur’an terminolojisi bakımından oldukça önemlidir. Bu husustaki dikkat çekici başka bir âyetin meâli de şöyledir: “İyilik (el-birr) ve takvâ üzerinde yardımlaşın; kötülük (el-ism) ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan sakının (ittika). Çünkü Allah’ın vereceği ceza çok çetindir” (Mâide 5/2). Görüldüğü gibi burada “birr” kelimesi “ism”in, yani kötülük ve günah kavramının zıddı olarak kullanılmış ve takvâ ile birlikte zikredilmiştir. Böylece Kur’ânî anlamda “birr”, sıdk ve takvânın, birbirini tamamlayan ahlâkî erdemler olduğu anlaşılmaktadır. Bu üç terim arasında hadislerde de aynı ilişkinin kurulduğu görülür. Meselâ bir hadiste Hz. Peygamber “... Ben sizin aranızda Allah karşısında en çok takvâ sahibi (etkå), en doğru (esdak) ve en iyi (eberr) olanınızım” buyururken (Buhârî, “İ‘tisâm”, 27; Müslim, “Hac”, 141) kendisini bu üç üstün nitelikle tanıtmıştır. Başka bir rivayete göre Hz. Peygamber “Size doğruluğu (sıdk) tavsiye ederim. Doğrulukla iyilik (birr) bir bütündür ve bu ikisine sahip olanlar cennettedir” buyurmuşlar (İbn Mâce, “Duâ”, 5; Müsned, I, 3, 5, 8). Ticaret ehlini uyaran bir hadislerinde de kıyamet gününde “füccâr” (günahkârlar) damgası yemekten, ancak müttaki davranan, iyilik eden ve dürüst iş yapan ticaret erbabının kurtulabileceklerini bildirmiştir (Tirmizî, “Büyû‘“, 4).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 263-264


Bakara suresinin 177. ayetinin meali ve  tefsiri (Elmalılı): http://www.kuranikerim.com/telmalili/bakara2.htm

177- Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır. 


KIRÂET: Hamza ve Âsım'dan Hafs, rânın fethasıyla; diğerleri rânın zammesiyle okurlar ki, birincisinde , 'nin haberi; ikincisinde ismidir. Nafi ve İbnü Âmir "nûn"un tahfif ve kesresi, rânın zammesiyle, ; diğerleri nûnun teşdid ve fethası ve rânın da fethasiyle okurlar. "Gerçek iyiliğe ulaşamayacaksınız." (Âl-i İmrân, 3/92) âyetine bak!
NÜZUL (İNİŞ) SEBEBİ: Âyetin inmesine Kitap ehlinin, kıblenin değiştirilmesi meselesinde dedikoduyu ileri götürmeleri, yahudi ve hıristiyanlardan her birinin, kendi kıblelerine yönelmenin daha hayırlı olduğunu iddiada ısrar etmeleri sebep olmuştur.
Bunun için onlara ve bu vesile ile bütün insanlara hitaben buyuruluyor ki: Ey İnsanlar! Yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmeniz, işin aslında istenen erginlik ve hayır değildir. -Diğer kırâete göre- Asıl istenen erginlik ve hayır, yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmeniz değildir.
Bir kere doğu ve batının kıble edinilmesinin hükmü kaldırılmıştır. İkincisi, doğuya ve batıya dönmek zaten ısrar edilmesi gereken bir erginlik ve hayır zannedilmemelidir. Kıble meselesinin ve hatta Kâ'be'ye bile yönelmenin önemi, kendisi için istenen bir erginlik ve hayır olduğundan değildir. Fakat işin aslında erginlik ve hayır sahibi, gerçekten iyiliğe eren, Allah'a ve sorumluluk günü olan ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmiş, ve helalinden mal kazanıp, seve seve herhangi bir yakınlığa sahip bulunan akrabalarına, muhtaç olan yetimlere, fakirlikten kımıldanamayacak halde bulunan yoksullara, yol oğluna, yani uzun yoldan gelmiş misafire, ihtiyac ve zaruretin zorlamasıyla dilenme zilletine düşmüş dilencilere -ki bir hadis-i şerifte: "Dilenene, at üzerinde bile gelse veriniz." diye rivayet edilmiştir-. Rikâb, rakabe' nin çoğuludur. Rakabe sözlükte boyun kökü demek olup, mecazen insanda ve şer'an hürriyetini kaybetmiş olan insanda kullanılır ki, burada bu mânâyadır. Yani, esirler uğrunda; köleliğe düşmüş insanların kurtulup âzâd olması hususunda, Mükâtebeye kesilmiş olanların kurtuluş için ödeyecekleri bedele yardım etmek veya satın alıp âzâd etmek veya esasen esirlikten kurtarmak üzere hediye veya sadaka olarak mal vermiş, farz namazlarını doğru dürüst kılmış, dininin direğini dikmiş, zekatını da ayrıca vermiş, İslâm köprüsünden geçmiş olan kimse, bir hususta andlaşma yaptıkları, kesin söz verdikleri zaman sözlerini yerine getiren vefakârlar, ve özellikle fakirlik, sıkıntı, hastalık ve kötürümlük gibi zaruret durumlarında ve bir de düşmana karşı savaş zamanında, savaş alanlarında sabreden sabırlı kimselerdir.

Aslında erginlik ve hayır, gerçek iyilik, bütün bu sayılan kimselerin erginliği, bunların iyilikleridir.


konu bağlamında bakılması icap eden bir başka ayet:

Bakara 115 (Diyanet meali ve tefsirinden): https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/122/115-ayet-tefsiri
﴾115﴿
 Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır. Şüphesiz Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, çok bilgilidir.

“Doğu” ve “batı” kelimelerinden maksat, yeryüzünün tamamı, hatta yeryüzüyle birlikte orada bulunan bütün varlıklardır (Taberî, I, 503). Dolayısıyla yeryüzü Allah’ın eseri ve mülkü olduğundan şu veya bu yönün diğerine göre herhangi bir üstünlüğü yoktur; yeryüzü bütünüyle bir mâbed gibi olup aslolan ibadetin Allah için yapılmasıdır. İbadet esnasında zorunlu olarak bir tarafa yönelmekse ancak sembolik bir anlam taşır. Nitekim müslümanlar, başlangıçta kutsal bir mekân olarak Kudüs’teki Beytülmakdis’e yönelerek ibadet etmişler, daha sonra bu sûrenin kıbleyi belirleyen 144. âyetinin inmesi üzerine Kâbe’ye yönelmeye başlamışlardır. Her ne kadar 115. âyetin 144. âyetle neshedildiğini savunanlar olmuşsa da (bk. Taberî, I, 502; Râzî, IV, 18-19), bu iki âyet arasında nesihle izahı gerektiren bir uyumsuzluk söz konusu değildir. 115. âyet, her yerde ve her yöne yönelerek Allah’a ibadet ve dua edilebileceğine, yani konunun özüne işaret etmekte, 144. âyet ise namazla ilgili özel uygulamayı belirlemektedir (kıble konusunda genişbilgi için bk. Bakara 2/142 vd.). Bazı rivayetlerde (bk. Şevkânî, I, 144-145) bu âyetin, kıblenin hangi tarafta olduğunun bilinmemesi veya bilinse bile hastalık, yolculuk, savaş gibi özel durumlar sebebiyle o yöne dönmenin güç, tehlikeli ya da imkânsız olması gibi hallere ilişkin özel bir hüküm belirlediği ifade edilmiştir. Buna göre normal durumlarda namazı kıbleye yönelerek kılmak farzdır; 144. âyet bu hükmü koymuştur. Ancak yukarıda değinilen mazeretlerin baş göstermesi durumunda mümkün ve elverişli olan her yöne doğru yönelerek namaz kılınabilir; konumuz olan 115. âyet de işte bu ruhsatı vermektedir.

 Yaratılmışların tamamı mutlaka birçok yönden sınırlıdır. Allah Teâlâ ise hem zâtı hem de sıfatları itibariyle eşsiz, benzersiz ve sınırsızdır. Âyette geçen “vâsi‘“ işte bu sınırsızlığı ifade eder
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 194-195

Şahsen ben bu ayeti öncesindeki 114. ayetle birlikte değerlendiren Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirini çok beğendim ve yukarıdaki diyanet yorumuyla yetinmeyip  mutlaka okumanızı öneririm. İlk kıblemiz olan Mescid-i Aksa hakkında da önemli tarihi bilgiler içeriyor.
http://www.kuranikerim.com/telmalili/bakara2.htm

114- Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.
115- Bununla beraber, doğu da Allah'ın, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz dönün, orası Allah'a çıkar. Şüphe yok ki, Allah(ın rahmeti) geniştir, O, her şeyi bilendir.
114- Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin zikredilmesinden meneden ve o mescitlerin maddeten ve manen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescitlikten çıkarılmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Böyle zalimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır? Her şeyin hakkı, onun layık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey layık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah'a şirk koşmak en büyük zulümdür. Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına çalışmak da hem Allahın, hem mescitlerin, hem de insanların hakkına son derece tecavüz demektir. Bunu yapabilen zalimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, hepsine kapı açarlar. Şu halde mescitlere saldırmak ve onların maddeten veya manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapanlar en zalim kimselerdendir. Zulmün bu derecesi ve benzerleri tasavvur olunsa bile, daha fazlası tasavvur olunamaz. Nitekim "Yalan yere Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir?" (En'âm, 6-21, 93, 144) âyetlerinde olduğu gibi, diğer bazı âyetlerde de benzeri zulümler açıklanmıştır. Bu inkârî istifhamların hepsi, bu zulümlerin üstünde başka bir zulüm bulunmadığını beyan içindir. "Allah'ın mescitleri" şeklindeki isim tamlamasından çıkan hüküm, hiçbir istisnası olmayarak bu ifadenin bütün mescitler hakkında geçerli olduğunu gösterir ve âyetin hükmü genelde bütün mescitler için de geçerlidir.
Tefsircilerin çoğunluğunun beyanına göre, âyetin asıl iniş sebebi, Beyt-i Makdis'in tahribi meselesi olup, âyet Rum ve hıristiyanlar hakkındadır. Bir kısım tefsirciler, bunun müşrikler hakkında olduğunu da açıklamışlardır. En doğrusu her ikisi, yani hıristiyanların müşriklerle olan ortak özellikleri hakkındadır. Buhtü-nassar (veya Buhtünnasr) denilen hükümdar, müşrik Romalılar ve hıristiyan Bizanslılar yıkım işinde birleşmişlerdir. Arap müşrikleri de Kâbe hakkında bunlara benzemişlerdir. Bununla beraber, paylamanın asıl hedefi Bizans hıristiyanlarıdır. Abdullah b. Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere: "Roma kayserlerinden Titos, Kudüs'e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş, çocuklarını esir almış, Tevrat'ı yakmış ve Beyt-i Makdis'i tahrip etmiş ve mabedin içinde domuzlar kesmişler, leşler bırakmışlar..." Bundan dolayıdır ki, tefsircilerin çoğu, sadece hıristiyanları söz konusu etmişlerdir. Tarihlerin bildirdiğine göre; Kudüs ilk defa Buhtü-nassar tarafından pek feci bir şekilde işgal edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. Hz. Davut'tan beri devam edip gelen İsrail devletine son verilmiştir. Kudüs daha sonra Pers hükümdarlarından Erdişiri Behmen tarafından yeniden imar edilmişti ki, İsrailliler buna "kirş" veya "kürş" adını vermişlerdir. İsrailoğulları yine toplanmış ve İran'a bağımlı mahallî bir hükümet kurmuşlardı. Ancak daha sonra Yunanlılar'ın, onun arkasından da Romalılar'ın idaresi altına girmişlerdi. Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm'ı işte o zamanlar şehit etmişlerdi. Hz. İsa'nın göğe yükselmesinden kırk sene kadar sonra da Kudüs'ün ve Beyt-i Makdis'in, Romalılar eliyle ikinci defa tahribi meydana geldi. Bu olay da Roma imparatorlarından Neron'un yerine geçen Ospanyanus zamanında başlamış ve rivayet olunduğuna göre, onun oğlu Titos tarafından bitirilmiştir. Bu yıkım, bir daha geri dönmemek şartıyla Yahudi devletinin sonu olmuştur. Çünkü Espasyanos, yahudileri hep baskı altında tutmuş, onları Kudüs içinde kendi hallerinde sus-pus yaşamaya mecbur etmişti. Titos ise buraya şiddetle hücum ederek gizlenip kaçabilenlerden başka bütün halkı, yahudi olsun, hıristiyan olsun hepsini kılıçtan geçirmiş, çocuklarını da esir etmiş, şehri yağmalatmış, yakıp yıkmıştır. Beyt-i Makdis denilen büyük mabedi de oradaki heykeli de tahrip etmiş, bütün kitapları yakmış ve artık orada İsrailoğulları'ndan kimseyi, yaşatmamış. Bundan dolayı ellerinde herhangi bir belge de kalmamış. Buna da sebep, orada yahudilerin sık sık isyan edip, huzursuzluk çıkardıkları Roma tarihlerinde anlatılmıştır. yukarıda geçtiği üzere "Ve Allah'ın gazabına uğradılar. Onların başına gelen bu musibetler, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, bir de isyan edip aşırı gitmeleri yüzündendi." (Bakara, 2/61) âyeti bunu açıklamaktadır. İsrailoğulları, böylece belalarını bulmuşlardı. Fakat Romalılar da zulüm idaresini sürdürmüşlerdi. Daha sonra Kudüs üçüncü defa olarak yavaş yavaş imar edilmeye ve şehir yeniden gelişmeye başlıyordu, yahudi ve hıristiyan halk oraya yeniden yerleşmeye çalışıyordu. İbnü Esir'in "Tarih-i Kâmil"de beyanına göre; İmparator İlya Anderyanos (veya Murat Bey Tarihi'nin kaydına göre Aderyanos) hissettiği bir direniş üzerine yahudi ve hıristiyan halkın birçoğunu pek barbarca bir katliama tabi tutmuş ve Beyt-i Makdis'i son defa olmak üzere tahrip etmiştir. Bununla beraber yedi-sekiz sene kadar sonra şehri yeniden imar etmiş, Roma ve Yunan asıllı bir kısım ahaliyi buraya yerleştirmiştir. Zühre (Venüs) namına bir de büyük heykel bina etmiş ki, bazıları yanlış olarak bu heykeli ta Davut Aleyhisselâm'a isnad ederlermiş. O zamana kadar şehrin adı Oruşelim (veya Yaruşelim) iken bu imardan sonra şehre "İlya" adı verilmiş ki, "Beytürrab" demek imiş. Nihayet Roma'da Hıristiyanlık'ı kabul ve ilan eden, aynı zamanda İstanbul'un kurucusu olan Kostantin'in anası Hilana (Eleni), hıristiyanlarca, Hz. İsa'nın üzerinde asıldığı ve bir yere gömülüp saklandığı iddia edilen salibi (haçı) bulup çıkarmak için Kudüs'e gitmiş ve söz konusu salibi bulup çıkartmış ve çıkarttığı o gün de hıristiyanlarca "Salip Bayramı" adıyle bir bayram kabul edilmiş ve Kudüs'e varır varmaz, Hz. İsa'nın, güya gömülü olduğu iddia olunan kabir üzerine "Kamame", diğer adıyle "Kıyame" kilisesini bina ettirmiş ve bir tarafta nisbeten tamir edilmiş bulunan Beytü'l-Makdis'i ve önündeki heykeli yerlere kadar yıktırıp üzerine de şehrin çöp ve süprüntülerinin dökülmesini emretmiş. İşte o tarihten Hz. Ömer zamanına kadar hıristiyanlar orayı mezbele (çöplük) yapmışlar ve öyle kullanmışlar. Orada Allah'a dua ve ibadet etmek isteyenleri de engellemişler. İşte Hz. Ömer orayı mezbele halinde bulmuştu ve onun zamanında Mescid-i Aksa müslümanlar tarafından yeniden bina edilmişti.
Görülüyor ki, bütün bu tarih olaylarında Bâbil, İran ve Roma müşriklerinin "Beytü'l-Makdis" hakkında izledikleri tutum ve yıkıma sonradan Bizans Hıristiyanları da katılmış, aynı şekilde hatta onlardan daha katı bir tutumla zulüm ve tahribi sürdürmüşler, bu yüzden de daha ağır sorumluluklar yüklenmişlerdir. "Beytü'l-Makdis" gibi Allah'ın eski bir mescidi hakkında böyle bir zulüm ise din ve Hıristiyanlık davasıyla taban tabana zıttır. İşte bütün bu tarihî zulümleri kısaca anlatan bu âyet-i kerime, bilhassa hıristiyanların, putperestlere katıldıkları bu zulüm geleneğine işaret etmek için inmiştir. Yahudiler de bu işlere sebebiyet vermek ve Beytü'l-Makdis'in hakkını ödememek suretiyle bir anlamda onu tahribe çalışanlar zümresine dahil bulunmuştur. Şu halde âyetin siyakı hem yahudi, hem hıristiyan ve hem de müşriklere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah'ın adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin Resulullah'a ve müslümanlara Kâbe'de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescitler hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dahil olan bir zulüm şeklidir. Gerçekten de başta hıristiyanlar olmak üzere, bu engellemeleri yapan ve tahribe çalışanlardan daha zalim kim vardır? İşte o zalimler yok mu? onların bu mescitlere korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Allah Teâlâ bunu er geç tatbik edecektir. Hürmet etmedikleri o mescitler, onların elinden çıkar, başkalarının eline geçer. O zaman da oralara girmek isteseler de giremez olurlar veya çekine çekine girerler. Nitekim Kur'ân'ın bu mucizevî haberi zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar'ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş, Beytü'l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de oraya korka korka girebilir olmuşlardır ki, bu âyette bugünkü müslümanlar için de pek büyük ders ve ibret vardır. Bunları yapan o zalimlere dünyada büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet vardır. Bir gün gelecek o engellemeleri, o zulümleri yaptıranlar devletlerini, güç ve kuvvetlerini yitirecek, güçsüz kalıp perişan olacaklardır. Çok dikkate şayandır ki, Süddî tefsirinde bu sefalet ve perişanlıktan maksat, Kostantiniyye şehrinin ellerinden çıkması, yani İstanbul'un fethi olayı olduğu zikredilmiştir. İbni Cerir, Keşşâf ve daha başka mütekaddim ve muteber tefsirlerde de bu kavil naklolunmuştur. Bu tefsirler İstanbul'un fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağı Hz. Peygamber'den rivayetle alınmış bir mucize olduğunda şüpheye düşmemek gerekir.
Lakin o zalimler, bununla da kalmayacaklar, onlara dünyadaki bu "hizy" ve felaketten başka ahirette de pek büyük bir azap vardır. Dünyadaki ve ahiretteki böylesi azaplar işte o zalimlerin hakkıdır. Allah kıyamet günü bunu uygulayacaktır. Durumları böyle iken, bir de kalkmış cenneti tekelleri altına almak iddiasına kapılmışlardır.
115-O mescitlerden menedilen ve Allah'a cidden ibadet etmek isteyenler asla ye'se kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescitlerde ibadet etmekten engellendik diye Allah'dan ve Allah'a ibadetten vazgeçmemelidirler. Çünkü sadece o mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün yönleri ve istikametleriyle bütün yer küresi Allah'ındır. Şu halde her nereye dönerseniz dönünüz orada Allah'a çıkan bir yön, bir cihet vardır. Allah'ın bir mekanı yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün yönler, bütün cihetler O'nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak zaruri değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret halinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah'ın rızasına erilebilir, Allah hem vâsî'dir, hem de alîmdir. Vâsî'dir, rahmet ve kudreti geniş ve her şeyi kuşatmıştır, kullarına da geniş görüşlü, hoşgörülü ve müsaade edicidir. Sınırlanamaz ve sıkıştırmayı sevmez. Burada "İş sıkışınca genişler" fıkıh kaidesine bir işaret de vardır. Allah âlîmdir, her şeyi bilir, tamamiyle ve hakkiyle bilir. Kendisine yapılan ibadet ve duadan haberdar olur. Nerede yapılırsa yapılsın, ona âgâh olur. Peygamberlere bir kıble emretmesi darlıktan veya bilgisizlikten değil, kullarını korumak ve onları birlik ve beraberlik demek olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir. Allah vâsî' ve alîm olduğu için daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir. Görülüyor ki, bu âyette ibadet için, özellikle namaz kılmak için büyük bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin değişmesi işine de güzel bir mukaddime (başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Önceki ümmetler kendi mescit ve mabetlerinden başka bir yerde namaz kılamazlarken, müslüman ümmetine yeryüzünün her yanı mescit ve namazgâh yapılmıştır. Yahudilere de yasaklandıkları Beytü'l-Makdis'den daha eski olan Kâ'be'ye yönelmeleri için hissiyatlarını okşayacak şekilde güzel bir öğüt verilmiştir.
Ey müminler! Allah Teâlâ, böyle geniş ve böyle bilgili iken, cenneti kendi tekellerine almaya kalkan o yahudi ve hıristiyanların müşriklere ne kadar benzediklerini gördünüz. Bunların müşriklere katıldıkları noktalar bu kadar da değildir. .......


Elmalılı'nın 114 ve 115 'e getirdiği yorumu benimsemem özellikle  113. ayetle ilişkilidir. üç ayetin mealini ard arda veriyorum (Diyanet mealinden):
﴾113﴿
 Hepsi de kitabı okumakta oldukları halde yahudiler, "Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler; hıristiyanlar da "Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Bilmeyenler de onların dediklerine benzer şeyler söylediler. Allah, ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.


﴾114﴿
 Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olması için çalışandan daha zalim kim olabilir? Aslında bunların oralara ancak korka korka girmeleri gerekir. Böyleleri için dünyada rezillik var, âhirette de onlar için büyük azap vardır.
﴾115﴿
 Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır. Şüphesiz Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, çok bilgilidir.

Benim dikkatimi çeken şey  113 ün ayette Yahudiler ve Hristiyanlar arasındaki birbirini aşağılamaya dikkat çekiliyor. 114. ayette ise Mescidlere girişten bahsediliyor ki  buda bana Elmalılı'nın haklı olduğunu düşündürüyor.  Allah ondan razı olsun ki ayetleri tarihsel arka planla birlikte yorumlamak için çok ciddi bir çaba sarf ettiği de anlaşılmış oluyor.  Elmalılı'nın açıklamalarına dayanarak ben bazı hususların altını çizmek istiyorum.  Madem Müslümanların ilk kıblesi  Kudüs'teki Mescid-i Aksa idi ve madem o sırada aslında Mescid-i aksa yıkık halde idi hatta şehrin çöplüklerinin döküldüğü bir yer olarak kullanılıyordu, şu halde mesele bir binaya secde etmek değildir.  

177. ayette de ifade edildiği üzere meselenin özü yüzümüzü doğuya yada batıya dönmekte değildir. 

Zaten 149. Ayette  emredilen şey,  Mescid-i Haram tarafına/yönüne yönelmektir ki bu küre bir Dünya üzerinde bir varış yönü demektir. Nitekim yukarıda kıblenin varış yönüyle olan  ilişkisi hadisler bağlamında da ele alınmıştı.




"Vecheke"


Yukarıda vadetmiş olduğum bir  detaya çok kısa değinerek  bitirmek istiyorum.  Ayette geçen "وَجْهَكَ"




kelimesi  çoğu meal yazarı tarafından "yüzünü" şeklinde çevrilmiş. fakat kelimenin kendisinde bir şeyin bir yüzü/yönü olma anlamı vardır. Mealleri karşılaştırırsanız bir tanesi bunu dikkate almış ve şöyle çevirmiş:


Ümit Şimşek Meali
Onun için, nereden yola çıkarsan çık; yönünü Mescid-i Harama çevir. Çünkü o Rabbinden gelen hakkın tâ kendisidir. Allah ise yaptıklarınızdan habersiz değildir.

İlmihal kitaplarını karıştırdığınızda kişinin namazda yüzünü kıbleden çevirmesi istenmeyen bir şey olmasına rağmen  eğer kişinin cephesini kıbleden çevirmesi vuku bulursa namazının bozulacağı ifade edilmektedir.  Şu halde buradaki "Vecheke" kelimesini kişinin yönü/cephesi olarak anlamak bana makul geliyor. Şu kadarı var ki  namaza duran kişinin hem yüzünü hem cephesini kıbleye çevirmesi istenmektedir.  Ayetteki asıl kritik kelime "  ŞETRA-LMESCİDİ-LHARAM"  ifadesindeki "Şetra" dır ki yeterince açıklama yaptığımı umuyorum.

Hem düz bir dünyada hemde küre bir dünyada  Kabe'nin  bir varış yönü olacağından, kıble üzerinden dünyanın şekline karar vermek yada dünyanın şekli üzerinden kıblenin çözülemez bir problem olduğunu söylemek yanlıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder